Yönetmenliğini Ruben Östlund‘un üstlendiği 2014 filmi olan Force Majeure‘u Başka Sinema’nın ön gösterimi sayesinde izleyebildim. Filmin başlığı, hikayesini özetliyor. Alplere tatile giden bir aile’nin fotoğrafları çekilerek başlanıyor filme. Filmin ismi hikayenin bu kısmıyla bağlantılı olduğu kadar, aslında hikayesini dinleyeceğimiz babanın da hayatıyla bir o kadar bağlantılı. kendisini tanıyamayan, kendisiyle hesaplaşamayan, sahip olmak istemediği duygularını yenemeyen, kısacası hayata karşı yabancı olan ve yavaş yavaş hayatı tanıyan, kendi bedeninde kendisini bir turist gibi hisseden bir babanın hikayesi.
Filmin açılış sahnesi çok etkileyici. Bu sahnenin etkileyiciliği de sizi bütün film boyunca yalnız bırakmıyor. Film mükemmel kar ve dağ manzaraları ile dolu. Güzel bir kartpostalın yarattığı etkiyi bir çok sahnede hissedebiliyorsunuz. Filmin başlarında gayet mutlu ve birbirlerine güvenen bir aile izlerken, bir anda akşam yemeği için oturdukları restorana doğru bir çığın yaklaşmasıyla, asıl hikayeye geçiş yapıyoruz. Filmin başından beri izlediğimiz ve toplum tarafından da kabul gören, ailenin reisi rolündeki baba toplumun ve ailenin tüm değer yargılarına ters bir hareket ile, bu çığ gelirken ailesini yalnız bırakarak oradan kaçmayı tercih ediyor. Ve bu dakikadan itibaren aile içindeki hesaplaşmayı ve çok daha ağır sayılabilecek, baba karakterin kendini tanımasını ve kendiyle hesaplaşmasını görüyoruz.
Filmdeki karakterlere farklı bakış açılarıyla bakılma şeklini çok beğendim. Bir tarafta o her zaman güvendikleri karakter olan babanın yalnız bıraktığı bir aile, diğer tarafta ise aslında yıllardır içinde tuttuğu ve kendisine bile itiraf edemediği o duygularıyla yüzleşen bir baba. Bu hesaplaşmalar çok uzun diyalogları da beraberinde getiriyor. Bu uzun diyaloglar sayesinde konuşmaları dinlerken her iki tarafı da düşünmeniz için yeterli süreyi elde ediyorsunuz. Bir tarafta o büyük güven duyulan baba imajını kaybetmiş bir karakter, diğer tarafta hayal kırıklığı yaşayan ve artık kime güveneceğini bilemeyen bir aile var. Kaçış anını yalanlayarak hala kendisinden kaçmayı tercih eden baba rolündeki Tomas ile karısı Ebba arasındaki tartışmalar şiddetlenmeye başladığı anda, somut bir kanıt sayılabilecek bir videonun ortaya çıkması ile aile artık yolun sonuna geliyor ve film ağır dram duygularıyla devam ediyor. Kendisiyle nihayet yüzleşen ve böyle bir şekilde yaşamak istemeyen Tomas karakteri ile kocasına duyduğu güven karşısında hayal kırıklığı yaşayan Ebba ve çocukları Harry ile Vera.
Bir tercih yapılması gerektiği zaman, bir çığdan korkarak kaçan babadan beklenmeyecek bir karar geliyor. Çok daha ağır bir korku ile Tomas kendisiyle yüzleşmeye başlıyor. Kendisinde olmasını istemediğini fakat sahip olduğu duyguları açığa vuruyor. Hem de bunu, tüm ailesinin önünde itiraf ediyor. Filmin bu sahnesinde, başında çığdan kaçarak güvensizlik duygusunu yaşattıran babaya karşı aile içerisinde büyük bir güven duyulmaya başlıyor. Çünkü aslında Tomas karakteri, bu itiraf ediş ile içgüdüsel olarak yaşattığı güvensizliği, değişerek yeneceğini gösteriyor. Büyük bir sevgi ile birbirine bağlı olan aile de son bir kez Tomas’a güveniyor ve tekrar eski günlere dönme umudu ile bir arada oturuyor. Zaten filmin son sahnesinde de Tomas’ı, yoğun sis altında kaybolan Ebba’yı gözünü kırpmadan kurtarmaya giderken görüyoruz ve tabir-i caizse Tomas namusunu temizliyor.
Film de anne karakterini canlandıran Lisa Loven ile erkek çocuğu canlandıran Vincent Wettergren‘in güzel oyunculuklarını görüyoruz. Neden bilmiyorum fakat ben Vincent’in oyunculuğunu çok beğendim. Filmin tüm özetini mimikleriyle bize yansıtmış. O’nun mimikleriyle ailenin ne durumda olduğunu anlıyoruz. Zaten film boyunca da tüm duyguları en derinden yaşayan karakter Harry oluyor. Lisa Loven ise uzun diyalogların hakkından çok iyi gelmiş. Baba ve anne karakterinin çatışmasında, tahmin edebileceğiniz gibi en çok söz hakkı anne karakterinde oluyor ve bu uzun diyalogları Lisa Loven çok doğal bir şekilde, bu duyguları gerçekten içinde hissederek oynuyor. Bu iki karakterin yanında, film de kahkaha atmamızı ve filmin kara mizah’a kaymasını sağlayan Mats karakterini oynayan Kristofer Hivju var bir de. Adeta bu film için yaratılmış özel bir karakter gibi. Tipiyle ve oyunculuğuyla, eğer bu karakteri ondan başkası oynasaydı, karakterin nasıl eksik kalacağını göstermiş bize.
Gerek görüntüleriyle, gerek hikayesiyle gerek de oyunculuklarıyla izlenmesi gereken bir film. Karakter analizine açık olması, benim çok hoşuma gitti. İki tarafı da, iki farklı bakış açısıyla değerlendirebiliyorsunuz. Film boyunca güzel bir yönetmenlik performansı sergileyen Ruben Östlund‘da filmin içerisine sizi çok iyi çekiyor. Bazı hararetli kavgalarda, siz de o masada oturuyormuş gibi geriliyorsunuz. İzlendiği zaman hayata karşı farklı bir bakış açısı kazandıracak filmlerden bir tanesi.