Melankolik Gelişim: Verdens Verste Menneske

Joachim Trier‘in yönettiği, son zamanlarda izlediğim en başarılı art house filmlerden diyebileceğim, 2021 yapımı bir karakter gelişim filmi. Karakter gelişim filmi diyorum çünkü bir karakter yaklaşık 14 bölümde en özet ve en net haliyle ancak bu kadar güzel özetlenirdi heralde. Oyunculuklarıyla, konusuyla ve araya sıkıştırılmış etkili diyaloglarıyla bu film tekrar izlenebilecek kaliteli filmler listemde yerini aldı benim için.

Film konusu itibariyle aslında günümüz hastalığı diyebileceğimiz 30 yaş sendromunu anlatıyor. Temelinde baş karakterimiz Julie ve Aksel‘in ilişkisine dayanan film, aslında olaylara henüz kendini keşfetmeye yeni başlayabilmiş, bu keşif sırasında heyecanlarını ve pişmanlıklarını da aynı anda tanımaya başlayan Julie’nin gözünden bakmamızı sağlıyor. Julie film boyunca anlık inişleri ve çıkışlarıyla hepimizin hayatında bir yerde hissettiğimiz ya da hissetmeyi unuttuğumuz ancak orada olduğunu bildiğimiz duyguları canlandırıyor. Bir arayış içinde olan ancak bu arayışının bile henüz ne olduğunu bilemeyen, en mutlu anında bile bu anı yaşarken gelecekte pişmanlık yaşayıp yaşamayacağını düşünen bir karakteri tanıyoruz.

Aksel’i ise aslında Julie’nin biraz daha aksine, Julie’nin yolculuğunu tamamlamış bir karakter olarak tanıyoruz. Böyle bir eşleştirme bana senaryo tekniği olarak çok başarılı geldi açıkçası. Çünkü Julie’nin bugününü ve bir bakıma Julie’nin gelecekteki bir versiyonunu aynı anda izlettikleri için, asıl odaklanmamız gereken duyguları çok daha net bir şekilde bizimle paylaşabilmişler. Aynı zamanda iki karakterin bu şekilde kurgulanmış olması bizlere olayı ve bu olayın karşı düşüncesini de iyi bir şekilde yansıtılmasını sağlamış.

Julie genel olarak kendini hiç bir şeyi tamamlayamayan, sürekli olarak oradan oraya zıplayan birisi olarak tanımlıyor. Hiç bir şeyi tamamlayamamış duygusunu aslında Julie kendi içinde değil, dışarıdan gelen baskılar yüzünden yaşıyor. Günümüz toplumunun da en çok konuşulan sorunlarından biri olan bu durumu net ve kısa diyaloglar ile bazen de ilginç sahnelerle bizlere gösteriyorlar. Yazının başında da söylediğim gibi, kendini mutlu hisseden Julie bazı anlarda bile bu mutluluktan kopup, toplumun ona dayattığı şeyleri düşünerek mutsuz bir ruh haline geçiş yapıyor. Ve film bize bu noktalarda asıl sorusunu soruyor; toplum tarafından dayatılan, bu fikirlerle büyütüldüğümiz şeylerin peşinde olmadan mutluluk peşinde koşan bir insan olabilir miyiz? Eğer bu yolu seçersek bu bizi kötü ya da eksik bir insan mı yapar?

Aksel ise Julie’nin tersine hayatın sonuna yaklaşmış bir karakter olarak bize aslında bir yolculuğun sonundan bir ışık tutuyor. Julie kadar yaşayacak çok zamanı olmayan Aksel ise, geleceğe karşı hissettiği heyecanı ve umut duygusunu kaybedince, tam olarak Julie’nin tersine geleceğe sığınarak bir yaşam sürmeye başlıyor. Film özellikle sonlarına doğru, Aksel’in hayatındaki yeniliklerin bile eskide yakalayamadığı, kaçırdığı şeyler olduğunu görüyoruz. Yani kısacası, Julie tam istediği şeyleri yapıp gelecekten korkarken, Aksel bunun aksine gelecekten bir şey beklemeyerek geçmişte yaşayamadığı deneyimlerin peşine düşüyor. Aslında bu göz ile bakacak olursak film belki de bizlere, insanı insan yapan olgunun geçmiş mi, gelecek mi yoksa sadece yaşadığımız andan mı ibaret olduğunu da sorgulatıyor.

Film senaryosuyla beni özellikle hayatımın tam da bu bölümlerinde iyi ki izlemişim dediğim bir şekilde etkiledi. İyi yazılmış diyalogları ve filmin tüm karakterleri oldukça iyi kurulmuş diyebilirim. İzlerken sizi çok zorlamayan ancak bir çok duygunuza da çok iyi bir şekilde hitap edebilen bir film olmuş. Bu yönüyle Eskil Vogt ve Joachim Trier‘i tebrik etmek gerekir. Bunun yanı sıra başta Renate Reinsve ve Anders Danielsen Lie olmak üzere filmin oyuncularının tümü oldukça iyi performans sergilemişler. Film tüm bu değişkenler ele alındığında izlemediğinize pişman olabileceğiniz filmlerden biri haline geliyor.