• Your Friendly Neighborhood Spider-Man

    Marvel Animation’ın yeni dizisi Your Friendly Neighborhood Spider-Man, uzun süredir iyice dallanıp budaklanan Marvel filmlerinden soğuduğum için açıkçası radarımda bile yoktu. Ekranda izlemeyi bıraksam da çizgi romanları hâlâ takip ediyorum; özellikle MCU’nun yeni fazıyla birlikte hikâyenin hem karmaşıklaşması hem de End Game sonrası gelen işlerin (dizileri bir kenara koyuyorum) genel olarak hayal kırıklığı yaratması beni epey uzaklaştırmıştı. Derken bir gün “eski yapımları kurcalarım” diye Disney+’a girdim ve bu dizi karşıma çıktı. X-Men ’97’den aldığım o müthiş tadın da etkisiyle, aynı ligde hissettirdiği için buna da bir şans verdim.

    İtiraf edeyim: İsim bile beni yakaladı. Dev, evreni sarsan kötülerin peşinde koşan bir Spider-Man izlemektense, “mahallenin dostu” olan versiyonunu özlemiştim. Hatta daha da ileri gideyim; Spider-Man’den çok Peter Parker’ı özlemiştim. İlk bölümden itibaren tam olarak aradığım şeyi bulduğumu anladım. Dizi, maskenin arkasındaki kişiye odaklanıyor ve bence Spider-Man’i birçoğumuz için özel kılan şeyi hatırlatıyor: Peter’ın hayattaki zorluklarla boğuşması, mizahı, küçücük bir öğrenciyken okul ve gündelik dertleriyle uğraşması… ve buna rağmen maskeyi takıp şehre en tatlı, en samimi şekilde yardım etmesi.

    Burada büyük büyük “Spider-Man evreni” anlatılarından ziyade, Peter’ın hayatındaki dertler, sorumluluklar ve çelişkiler ön planda. Tüm şehri kurtarabilecek güçteyken kişisel hayatında ev kirasını bile zor ödemesi… İşte o ölçek farkı, karakteri tekrar sevdiren şey. Üstelik bunu bildiğimiz Spider-Man hikâyesinden farklı bir temel üzerinden yapıyorlar; tanıdık gelmeyen ama kesinlikle “yabancılaştırmayan”, aksine taze hissettiren bir anlatı var. Sonuç: Çok iyi bir dizi.

    X-Men ’97’nin başarısının üzerine Your Friendly Neighborhood Spider-Man’in gelmesi, beni beyaz perdeden biraz daha uzaklaştırıp çizgi roman ruhunu gerçekten anlayan bu animasyon yapımlara iyice yaklaştırdı diyebilirim. Jeff Trammell, End Game’den beri gördüğüm en iyi Spider-Man işlerinden birine imza atmış. Üstelik hikâyeyi farklı bir yöne çekerek risk almış; spoiler vermemek adına detaylara girmeyeceğim ama bu tercih bence çok işe yaramış.

    Yukarıda saydığım nedenlerle siz de MCU’ya mesafe koyduysanız, bu dizi ilaç gibi gelecektir. İlk sezon için şimdilik spoiler’sız, sadece tavsiye niteliğinde bir not düşmek istedim. Devam sezonları geldikçe tüm hikâyeyi baştan sona detaylıca analiz etmeyi planlıyorum. Bir çizgi roman koleksiyoneri ve Spider-Man’i yıllardır sayfalardan takip eden biri olarak, gönül rahatlığıyla söylüyorum: Bu diziyi mutlaka izleyin.

  • Guns N’ Roses – Shekvetili Park

    Uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya karar verdim. Bunu da hayatta en önemsediğim “Oradaydım” serisiyle başlatmak istedim. Gidip gördüğüm, yaşarken “işte hayat böyle anlarda güzel” dediğim deneyimlerimi bu başlık altında toplayacağım.

    Hiç beklemediğim bir anda, 30 Mayıs’ta Guns N’ Roses’ın Gürcistan konseri biletlerine denk geldim. Türkiye’ye de geleceklerini biliyordum ama burada hem organizasyon kalitesi hem de genel aksaklıklar yüzünden hep mesafeliydim. Gürcistan konserinde sahne önü biletin, bizde neredeyse en arkaya denk düşen fiyatlarda olduğunu görünce ise düşünmeden aldım. Beş dakika bile sürmedi. Aynı gün uçak ve otel işini de halledip geri sayımı başlattım.

    Konser günü yaklaşık 45 dakikalık bir yolum vardı. Sabahından itibaren Guns N’ Roses dinleye dinleye hazırlandım. Shekvetili tam bir orman cenneti; alanın yerleşimi ve ses sistemi de çok iyi düşünülmüş. Yiyecek–içecek, tuvalet… her şey rahattı. Çoğu kişi için dert olabilir ama benim için konseri efsaneleştiren yoğun bir yağmur vardı. Ön grup sahneye çıktı; kötü değillerdi, ama itiraf edeyim, o an tek düşündüğüm şey Guns N’ Roses’tı. Etrafımdaki herkesin de aklı aynı yerdeydi.

    Ve o an geldi. Hoparlörden “Welcome to the Jungle” çalmaya başlayınca, serinin adına yakışır bir “oradaydım” anı yaşadım. Çocukluğumdan, lise yıllarımdan beri hayatımın bir köşesinde duran Axl Rose ve Slash’i yan yana görmek büyüleyiciydi. İlk 2–3 şarkı boyunca gözümü ikiliden mi ayırsam, müziğe mi bıraksam kendimi karar veremedim. Hava iyice karardı, sağanak hafif yağmura döndü, ben de o ana tamamen alıştım ve yaklaşık 3 saatlik bir müzik yolculuğuna çıktım.

    Çalınan her şarkı, sahnedeki her görsel, ışıklar… Baştan sona inanılmazdı. Özellikle ses sistemi o kadar iyiydi ki, neredeyse her hafta konsere giden biri olarak hayran kaldım. Bu insanların neden “büyük” olduklarını, bu konserlerin neden kaçırılmaması gerektiğini bir kez daha anladım. “Sweet Child O’ Mine”, “Knockin’ on Heaven’s Door”, “November Rain”, “Civil War”… Her şarkının girişiyle heyecan tırmanıyor, biterken bir sonrakine aynı hevesle yeniden başlıyorsun. Hayatımın unutulmazları arasına girdi; hatta Deep Purple konserinden bile beni daha çok etkilediğini rahatlıkla söyleyebilirim.

    Kısacası, şu kısacık hayatta; şarkılarıyla büyüdüğünüz, iyi günde kötü günde yanınızda duran müzisyenleri yıllar sonra bambaşka bir ülkede, böylesine iyi bir organizasyonda canlı izlemek tarifsiz bir deneyim. Umarım bu cesaret, sevdiğim diğer gruplarla da “oradaydım” anları yaşamama vesile olur.